Avatar
Yazar: LeaderGamer, Editör Yazım tarihi: 30.11.2011

“Her şeyi yapabilecek zamanım olmayacağını biliyordum, ama artık hiçbir şey yapabilecek zamanım olmadığından korkuyorum.”

Oyun sektörü, belki yapısı belki de kitlesi gereği bilmiyorum, çok değişik bir yere geldi. Artık birçoğumuz oyunları yaptığı yeniliklere göre değerlendiriyor. Buna en güzel ve belirgin örnek yakın zamandaki Modern Warfare 3 ve Battlefield 3 kavgası olacaktır. Yenilik bakımından Battlefield 3 yepyeni bir motor ve iki oyundur kullandığı yıkım mekaniklerini kullanırken, MW3 oynanış olarak hiçbir yenilik sunmuyor(tek kişilik mod için konuşuyorum). Ama yine de MW3’ün hikâye modunun hemen her özelliğinin (atmosfer, müzikler, aksiyonu, senaryosu) BF3’ünkünden tartışmasız daha iyi olduğu konusunda hemfikiriz sanırım? Bu yine de MW3’ün Metacritic kullanıcı ortalamasının BF3’ünkinden 6 puan düşük olmasını engellemiyor. Meta’ya ne kadar güvenilir bilinmez ama, oyuna 0-1 basarak şu ana kadar yapılmış en kötü şey(!) damgası vuranların hemen hepsinin ortak eleştirisi dört senedir aynı oyunu oynuyor olmamız.

Şimdi bir Assassin’s Creed incelemesine MW3-BF3 tartışması başlatıyor gibi gözükerek girmek istemezdim ki başlatmıyorum da. Lafı bağlayacağım yeri muhtemelen hepiniz anladınız. Assassin’s Creed serisi de Revelations ile bu görüşe sahip olanların kurbanı oluyor. Oyundan yakınan birçok kişinin başlıca dediği ortak şey yine oyunda halen Assassin’s Creed 2’dekilerle aynı şeyleri yapıyor olmamız. Eh, tam da haksız sayılmazlar.

Anlı Şanlı Osmanlı Mode: On

İncelemeye herkesin oyuna ilk başladığında dikkat edeceği öğeyle başlayalım, ne de olsa inatla bunu sonlara saklamanın bir manası yok. AC Revelations’u bizim için diğer Assassin’s Creed oyunlarından daha özel kılan şey, oyunun kendi topraklarımızda geçmesiydi. Son iki oyundur yeni yeni gelişmeye başlamış bir Avrupa’da geçen seri, Revelations ile Rönesans döneminde dünyadaki egemen güç olan Osmanlı İmparatorluğu’nun altın çağının ortasına götürüyor bizi. Şehir olarak da ülkenin gözbebeği, çiçeği burnunda başkent İstanbul’a, o zamanki resmi adıyla Konstantiniyye’ye gidiyoruz. Tabii ki doğal olarak ülke olarak tarihimizin oyunlarda uyarlanmasına çok alışkın değiliz ve bu da bayadır karşımıza çıkan ilk ciddi Türk tarihi uyarlaması sayılır. Bu yüzden elbette bazı endişelerimiz oldu ama bunların yersiz olduğunu gördük. Bırakın kötü yansıtmayı, bu oyun sayesinde Ubisoft ekibinin baya bir “Osmanlı hayranı” olduğunu görmüş olduk. En basitinden, İstanbul’u rahatlıkla şu ana kadar bir Assassin’s Creed oyunundaki en iyi şehir statüsüne sokabilirim. İstanbul’da geçeceğini ilk duyduğumda da Venedik’ten iyi olabileceğini düşünmüyordum, oyun elime geçmeden bir gün önce de hala düşünmüyordum. Ama gözlerimi Galata’da açınca işler değişti ve Venedik görüntüleri bile birden çok özensiz gelmeye başladı gözüme. Adamlar resmen bizim yapabileceğimizden daha güzel bir İstanbul yaratmışlar. Doğu kıyafetleriyle batının modern sanat anlayışı, ve özellikle de Türk ve İslam dünyasına özgü olan binalardaki o motifler… Ayasofya’dan şehrin manzarası veya şehirden Ayasofya manzarası… O Kapalıçarşı’ya girdiğinizdeki kalabalık, satıcı gürültüsü… Her şeyiyle mükemmel bir şehir olmuş İstanbul. Belki 16. yüzyıl İstanbul’unda yaşamadım ve belki de 21. yüzyıl İstanbul’unda da yaşamıyorum, ama yine de beni o döneme alıp götürmeyi başardı şehir.

Ha bazı tarih konusunda uzman arkadaşlarım şehrin gerçekçi olmadığını, İstanbul’dan çok Bağdat’a benzediğini düşünüyorlar. Gerçekçi midir değil midir yorum yapamayacağım, zira 16. yy Türk mimarisi konusunda bilgim çok değil. Ama şöyle diyebilirim ki, Bağdat’a benzetebilirsiniz tabi ama asla rahatsız edici derecede göze batan bir “doğulu atmosfer” yok şehirde. Doğuya bir lafım olduğundan değil yanlış anlaşılmasın sakın, ama fragmanlarda bol bol duyduğumuz “crossroads of the world” hissini sonuna kadar veriyor İstanbul.

Sadece güzellik olarak değil, aynı zamanda detay olarak da en iyi mertebesine girer İstanbul. Brotherhood’daki Roma’nın şehir kısmı AC2’deki üç şehirden biri olan Venedik’ten birazcık daha büyüktü ancak, kalan kısımları dağ-bayır-köy üçlüsü arasında gidip geliyordu. Bu yüzden tekrar ediyordu ve benim Brotherhood’u AC2’den düşük tutmamın en önemli sebeplerinden biri de sadece bir tane şehir olmasıydı(ki bir de bunun üstüne şehirde hiçbir “güzellik” olmaması da eklenince tam oluyordu). İstanbul ise en az Roma kadar büyük bir şehir. Ama farkı şu ki, Roma’da taşra olan yerler kadar büyük bir alan daha İstanbul’da şehir. Yani anlayacağınız, toplamda AC2’deki üç şehrin toplamına yakın bir büyüklükte İstanbul’un şehir kısmı. Taşra olan alanlar ise yok denecek kadar az, ama Topkapı Sarayı, Haliç veya cami avluları gibi yerler olduğu için asla bunaltıcı bir olmuyor. Bu devasa şehir size sonuna kadar “O zsamanların en gelişmiş yerleşim yeriyim ben!” hissi veriyor.Tabii yine de en az bir tane daha serbest gezilecek şehir isterdim. Örneğin, bildiğiniz üzere oyunun ikinci yarısında Templar kontrolündeki Kapadokya yer altı şehrine gidiyoruz (ki burası da oldukça yaratıcı ir yer) ama sadece bir bölüm kalıyoruz ve o bölüm bittikten sonra da bir daha gidemiyoruz. En azından oyun bittikten sonra da oraya gidebilseydik, ne kadar güzel olursa olsun bir süre İstanbul’dan ayrılmak iyi olurdu. O bakımdan Kapadokya’ya gittiğimiz yer çok güzel bir yerdeydi bak, bir saatlik nefes alma gibi oldu.

Şehirde altı farklı bölge var: Galata tüm bölgelerin karması bir yapıya sahip, başlangıç bölgeniz, aynı zamanda suikastçıların baş merkezinin olduğu yer. Haliç’in iki tarafından küçük olan tarafta ve o taraftaki tek bölge. Bir nevi denizin karşısındaki kısmın minyatürü diyorum ben buna. Bayezid şehrin ticaret merkezi ve İmparatorluk bölgesi de şehrin göbeği diyebiliriz. Ben özellikle bu iki bölgeye bayıldım. Bol motifli, yüksek ve bakımlı binalar barındırıyor. Konstantin şehrin batısında yer alıyor ve en fakir kesimi barındırıyor. Bunu zaten yapıların bakımsız olmasından anlayabiliyorsunuz. Bir de Cephanelik ve Topkapı bölgeleri var, ki bunlara çok fazla uğramıyorsunuz. Topkapı zaten yasaklı bölge ve oyunda da bir kısım dışında fazla işimiz düşmüyor.


Oyunun grafikleri çaktırmadan her oyunla biraz daha mükemmelleşiyor. Bu arada oyun harika bir başlangıca sahip.

Bir Dönemin Sonu

Oyun hakkında bazı endişelerimiz olduğunu söylemiştim, ve bunların başında da Osmanlı’yı nasıl gösterecekleri gelmişti. En başta şu işe açıklık kavuşturalım: Osmanlı askerlerini öldürmekte, hatta “Geber ulan!” diyerek dalmakta bir şey yoktur. Eğer İtalyanları öldürmek size haz veriyor da Osmanlıları öldürmek içinizi acıtıyorsa sizdeki ırkçılıktır. Ha ırkçılığa bir itirazım olduğundan değil, sadece birbirine karışmaması için söyledim. Ama ırkçılara da diğerlerine de şunu söyleyebilirim: Oyunda bol bol Türk öldüreceksiniz. Sıradan askerler olsun, yeniçeriler olsun… Ama bunların hepsini mantıklı bir çerçevede yapacaksınız. Her şeyden önce, kesinlikle Osmanlı tarafına çalışıyoruz. Zaten oyunun Osmanlı aşkıyla yapıldığını söylemiştim, ki bundan bahsedeceğim de, tersi olması mümkün değildi. Lise tarih derslerinizi hatırlıyorsanız hatırlayacaksınızdır: 1511 yılında tahtta olan II. Bayezid Osmanlı’yı altın çağında duraklatan padişah olarak bilinir. Daha soğukkanlı, sabırlı ve temkinlidir, bu özelliklerin yanında bir de kardeşleriyle uğraşması olunca Osmanlı’ya çok bir katkı sağlayamamıştır. Yerine de kendisine benzeyen oğlu Ahmet’in geçmesini istemektedir. Ama yeniçeriler ise öteki oğul, ileride Yavuz sıfatıyla anılacak olan Selim’i istemektedir ve bu nedenle hükümetle ters düşmektedirler. Revelations da tam bu Bayezid döneminin sonuna denk geliyor. O yüzden Osmanlı sultanına hizmet ediyoruz her zaman ama bu hikaye gereği yeniçerilerle de ters düşüyoruz. Spoiler vermek istemiyorum, ama oyunda baş düşman olmasalar da yeniçerilerle baya bir aksiyona gireceğinizi söyleyeyim.

Peki baş düşman kimdir? Osmanlı’nın 50 yıl önce Bizans’ı yıkmasıyla hayalleri yıkılan Bizans tahtının varisi Manuel Palaiologos ve yandaşları Revelations’taki baş düşmanımız. Tabii öyle boş yere değil bunlar, oyundaki Bizanslılar İtalya’dan kovulmuş olan tapınakçıların kontrolünde. Bu yüzden Ezio’nun da bir çıkarı var bu işten. Oyunun başında, ilk oyundaki merkezimiz olan Masyaf kalesine giden ancak oranın tapınakçılar tarafından işgal edildiğini gören Ezio olarak, kütüphanenin kapılarını açmak için gerekli anahtarları bulmak için İstanbul’a geliyoruz. Burada da tapınakçıların başrol oynadığı Bizans sorununu da öğrenince bir taşla iki kuş vurmak için Osmanlı suikastçılarına ve hanedanına yardım etmeye karar veriyoruz. Genel olarak hikayenin konusu bu.

Tabii o arada Masyaf anahtarları sayesinde tanık olduğumuz efsanevi suikastçı Altair’in hikayesi de var. Oyunun başrolü hala Ezio’da ancak Altair bölümlerinin de oldukça güzel olduğunu görüyoruz. İlk olarak, Ubisoft Altair’i ilk oyundaki odunluğundan kurtarmış. Adamın artık kendi hikayesi olduğunu ve bu hikayenin esas olarak ilk oyundaki olayların sonrasında olduğunu görüyoruz. AC Revelations’ta bu hikayeyi sadece temel olaylarıyla öğreniyoruz, boşlukta kalan yıllarda neler olmuş, pek bir bilgimiz yok. Ama bu bana sorarsanız esas üçleme bittikten sonra yapılacak oyunlara malzeme olabilir, zira göreceksiniz ki hikaye buna elverişli. Hikayenin öğrendiğimiz kısmında öyle ağzınızı açık bırakacak sahneleri çok beklemeyin. Ha güzel mi? Güzel. Sürprizler var mı? Var. Ama Ezio’nunki kadar detaylı bir hikaye beklemeyin.

Bir de çaktırmadan Assassin’s Creed serisinin ana karakterciliği oynayan adamımızı da anlatalım. Evet, Desmond Miles. Brotherhood’daki olaylardan sonra kendini dış dünyada bilinçsiz halde bulan Ezio, bağlandığı Animus’ta kendini beyninin Animus’taki yansımasında sıkışmış halde bulur. Bu kadar. Sonu dışında başka önemli bir şey olduğunu hatırlamıyorum Desmond kısmında. Bir de tabii bol bol reklamı yapılan Desmond’s Journey bölümleri var ki, içler acısı. Sadece dördüncüsünü başarılı bulduğum (onu da bir sürpriz olduğu için falan değil de, güzeldi hani) beş tane olan bu bölümlerde kendi ağzından Desmond’un hikayesini duyuyoruz. Başlarda ilgi çekerken, sonunda “E bi mok da yokmuş yani.” diyorsunuz. Tamamen olsun diye konulmuş bölümler bunlar, oyunda yeni bir oynanış mekaniği bulunsun diye. Ha bir de o yeni mekaniği anlatayım. Birinci şahıs, iki tane şekil, bu iki şekli yerleştirerek A noktasından B noktasına gitmeye çalışıyorsunuz. Arada lazerler, yerleştiremeyeceğiniz yerler gibi öğeler de bulunuyor ama bunlar da asla bulmaca havası katmıyor. Yok, zamanlamanızı iyi yaparsanız tamamdır, hiç aklınızı kullanmanız gerekmiyor. Ya kardeşim neden adam gibi bölümler yapmıyorsun? Orada duruyor bak, başka hiçbir oyunda bu kadar başarılı şekilde bulunmayan, baba gibi AC mekaniği. Kimse de sana sövmez, korkma. Oyunun yeni bir mekaniğe ihtiyacı yok ki, neden yapıyorsun? (Yapma, neden yapıyorsun? – Bkz. Huzur ve İrfan Ramazan Turu videosu) Bir de bir ara gördüğüm sonraki AC oyununun birinci şahıs olma ihtimali var ki, detayını bilmiyorum hala oyunu oynuyor olduğum için spoiler riskine karşın okumamıştım ama eğer öyle bir şey olursa oyun baştan 50 puanla başlar benim için.


Geçen yıllar sadece Ezio'yu değil, Altair'i de yıpratmış.

Birinci şahıs olmasa bile, bir sonraki AC oyunun Desmond’la geçmesini istemiyorum ben. İstemiyorum arkadaş, tüm AC havası gider. Hani millet tüfeklere geçmişken senin hala bıçak kullanıyor olmanın mantıksızlığını geçtim, herhangi bir modern şehrin Rönesans Venedik’i veya İstanbul’unun verdiği estetik hissi verebileceğini düşünmüyorum. Olursa en uygunu noir bir atmosfere sahip şehirde, yer altı örgütlerine falan işimiz düşen karanlık hikayesi olan bir oyun olur gibime geliyor. Aman neyse, ortada dedikodulardan başka bir şey yok daha. Biz işimize bakalım.

Osmanlı aşkı diyorduk değil mi? Evet, bu oyun ile birlikte Ubisoft’un Osmanlı İmparatorluğu hayranı olduğunu da öğrenmiş olduk. Yukarıda bahsettiğim gibi, ben ne kadar gerçekçidir bilemem ancak oyun baya “Anlı Şanlı Osmanlı Mode: On” şeklinde yapılmış. Oyunda Türk suikastçılar zaten uzun uzun şehirlerinden övünüyorlar. Eski sultanlarını ve şehzadelerini öve öve bitiremiyorlar. Bunların yanında, Revelations’un bir başka özelliği de, bir şehrin yönetimiyle bu kadar iç içe olduğumuz ilk AC oyunu olması. Tamam, AC2’de papaya, ACB’de de Roma’nın hükümdarına karşıydık. Ama bu defa hanedanla (özellikle o zamanlar şehzade olan Süleyman’la) bayağı bir iş yapıyorsunuz. Yeniçeri komutanları, isyanlar falan derken bayağı işin içine çekiyor sizi Revelations. AC2 gibi duygusal anlarla dolu dört dörtlük bir hikaye beklemeyin ama yine de ondan sonraki en iyi Assassin’s Creed hikayesi diyebilirim. Sizi İstanbul’a ilk girdiğiniz anda yakalıyor ve bir daha bırakmıyor. Tabi bunda Türk olmamız ve daha konu olarak bile ilgimizi çekmesinin etkisi olabilir, o doğruya doğru.

Kardeşlik olayı da bu defa hikayeye çok daha iyi yedirilmiş. Brotherhood’un asıl olayı kardeşlik olabilirdi ama hatırlarsanız, sadece yetiştirme ve görevlere yollamadan veya dövüşlere çağırmadan ibaretti. Hikayeye hiçbir katkısı yoktu nerdeyse. Bu defa İtalya’dakilerden çok daha köklü ve gelişmiş olan Osmanlı suikastçıları kardeşliğini baya göreceksiniz hikayede. Bunda tabii ki artık harbi “Mentor” olmamızın da etkisi büyük. Osmanlı suikastçılarının başı Yusuf Tazim bile bizim altımızda kalıyor, öyle düşünün yani.

Hikaye hakkında iki tane olumsuz yorumum olacak. Birincisi oyunun çok kısa olması, ama öyle böyle değil yani, çok çok kısa. Brotherhood’dan bile kısa arkadaş ya, daha ne diyeyim ben? Oyunu başlarda rahat rahat oynadım, sonlara doğru hikâye iyice sardığı için görevlere sardım ve 10 saat civarında bitti. Bu mudur yani? Hani bir de ben 3. Sequence’de hala bomba nasıl yapılır suikastçı nasıl yetiştirilir onu öğreniyorsam orada bir sorun var demektir.İş böyle olunca da hikayeye adam gibi yer kalmıyor. Oturup “Hiç beklemediğiniz bir türe multiplayer getirdik rererö” demeye devam edeceklerine, en az bunun iki katı uzunluğunda bir hikâye yapılmalıydı. En az diyorum bakın, 20 saat bile beni tam olarak doyurmaz bir AC oyununda. Hele AC2’de o tadı aldıktan sonra, asla. Mümkünse Assassin’s Creed III’te, eğer günümüzde geçmezse, yeni karakterimizin hikâyesinin böyle olmasını istiyorum. Oynama hızına bağlı olarak 20-30 saat arası sürebilecek, 20 yılı kapsayacak, adamın hayatının zamanla beraber değişmesini ve olgunlaşmasını gösteren bir hikâye istiyorum ben. Multiplayer olmasın arkadaş gerekirse, şart değil benim için. Ben her zaman Assassin’s Creed’i atmosferi için oynarım, müzikleri için oynarım, hikayesi için oynarım. Bunları bana tam anlamıyla verebilen bir AC zaten 10’luktur gözümde. Başka bir şey yapmasına gerek yok.

Yakındığım ikinci şey ise oyunun sonu. Bunda biraz daha sakin davranacağım. Çeşitli yerlerdeki incelemelerde oyunun sonunun muhteşem olduğu hakkında kısımlar okumuş olabilirsiniz. Doğrudur, yalanlamayacağım. Eminim oyunu oynayanların %90’ı bu adam bu sonun nesini beğenmemiş diyecekler, hayran kalacaklar. Birçok açıdan çok da başarılı bir son aslında. Ama o kalan %10 eminim sonu sevmeyecek ve benimle aynı nedenden sevmeyecekler. Elbette ki bu nedeni söylemeyeceğim burada, ama oyunu sevmeyenler neden bahsettiğimi anlayacaklar hemen.


En az Ayasofya'dan şehir manzarası kadar güzel şehirden Ayasofya manzarası.

Ayrıca En yeni haberler için Facebook, Twitter ve Google Haberler üzerinden Leadergamer'ı takip edebilirsiniz.